| |||||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||||
HABER ARAEN ÇOK OKUNANLAR |
![]() TASAVVUF VE EKOLLERİ
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUF VE EKOLLERİ VAHİY VE AKIL :İSLAM DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUF VE EKOLLERİ: 12 Ü4 “TASAVVUF:HALK İÇİNDE HAK İLE OLMAKTIR” –“İhsan görülüyormuşçasına davranışlara yön vermektir.” . Tasavvuf nedir: Köken itibariyle Arapça bir terimdir. Sözlükte "yün" manasına gelen "sûf' kökünden türemiştir. .Tasavvufun ıstılah(terim) manası, İslamiyetin temel prensiplerine dayanarak nefsi arıtma, ahlâkı, güzelleştirerek dini yaşama, ruhun yücelmesine ve kemale (insanı kamile )ermesine çalışarak Allah'a ulaşma ilmidir. Bir başka ifadeyle, tasavvuf nefsi ıslah ve terbiye eden, Kur'an' dan kalb ilmini çıkaran felsefedir. Bütün davranışlarında Allah (c.c.)'ın rızasını gözetmektir. Zira bu tür bir hayat tarzı Kur'an'ın istediği hayat tarzıydı . . Nefs-i emmâreden kaynaklanan tembelliklerin ve sıkıntıların giderilip, ibadetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. “Gafletten uzaklaşıp her an Hakk'la olma hâli." Tasavvuf ehlinin üç vasf-ı vardır. Toprak gibidir, iyiye de kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de sevilmeyen kimseyi de sular." Nefs nedir,çeşitleri nelerdir: NEFSİN MERTEBELERİ . Nefs-i emmâre>Nefs-i levvâme> Nefs-i mülheme> Nefs-i mutmainne>Nefs-i râdıye> Nefs-i mardıyye> Nefs-i kâmile> . Tarikat Ne Demektir? TASAVVUF VE TARİKATLARA NEDEN İHTİYAÇ DUYULDU: Asr-ı Saadette Müslümanlar ihtilafa düştükleri herhangi bir konuyu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hakemliğine buşvurarak çözümlü-yorlardı. Dolayısıyla o dönemde mezhep ve tarikat gibi farklı oluşumların ortaya çıkması mümkün değildi, tarikatlar, insanlara; "yüksek karakterli ve olgun olmalarını" Örğütlemişlerdir. Onları manevî bir disiplin altına almak suretiyle, bir kültür müesseseleri olarak başlangıçta fen ve cemiyet hayatında son derece faydalı hizmetler yapmışlardır. Keza; bizim tarihimizde de İslâmiyetin Batı Türkistan'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında; Anadolu'nun İslâmlaşmasında ve Türkleşmesinde tasavvuf! ekollerin çok önemli ve olumlu etkileri olmuştur. Müslümanların birlik ve beraberliklerinin tesis edilip; güçlenmesinde; "Alperen", "Şeyh", "Derviş". "Pir" gibi tarikat öncüleri ve mensuplarının olumlu katkılarını inkâr etmek mümkün değildir. Varolduğu günden beri insanoğlunun en büyük problemi, dünya ve eşya/varlık ile ilişki konusundadır. Dünya nimetlerinden istifade ederken sınır ne olacak? insanoğlu dünyayı âbad/imar ederek kendini berbat mı edecek? Yoksa kendini âbâd edip dünyayı ihmâl mi edecek? İlâhî menşe'li dinler insanın Allah ile, insanlar ile ve eşya İle ilişkisinin itidâl/denge çizgisi üzere olmasını istemiştir. Ama insanoğlu bu itidâl çizgisini çoğu zaman yakalayamamış, ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamamıştır. Savaş, katliam, zulüm ve bunların tabiî sonucu olan kıtlık, bulaşıcı hastalık, riya, menfaatperestlik, dalkavukluk, maddeye ve dünyaya karşı ihtiras derecesine varan aşın düşkünlükten nefret eden insanlar, bilgili ve erdemli saydıkları dinî önderler etrafında toplanmışlardır. Onların rehberliğinde daha çok dinî bilgi öğrenme ve İbadet etme yolunu tutmuşlardır. Böylece her şeyhin etrafında kümelenen insanlar, birer tarikat oluşturmuşlardır. İlk önceleri iyi niyetle kurulan, ferdî ve içtimai sahada önemli görevler ifa eden tarikatların bazıları; cahil ve menfaatperest "şeyh" ve "tarikatçı" unvanıyla ortaya çıkan bazı kötü niyetli kişilerin elinde dünyaya kapalı, bid'at ve hurafelerle dolu, zararlı ve bölücü unsurlar haline getirilmişlerdir. Bireyler tek başına da hiçbir aracı olmaksızın tasavvufî hayatın Öngördüğü hedeflere ulaşabilirler. Ancak mutasavvıflar bu hayatın, konunun uzmanları, hocaları ve üstâdları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilmesi gerektiğini ileri sürerler. Bu öğrenme sürecinde; "mürîd" ve "talip" denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, o manevî hayatı beraber yaşamaları gerektiğini ifade ederler. Bu sebeple sufîler baştan beri sohbet denilen birlikteliğe büyük önem atfetmişlerdir, ilk zamanlarda şeyhlere daha çok "üstâd" ve "sohbet şeyhi", müridlere (sohbete katılan öğrencilere) de "sahip" deniliyordu. Sonunda sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktı. İlk dönemlerde camiler, mescidler. evJer ve işyerleri sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzâkere etme yerleri idi. Fakat Örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. Çeşitli dönemlerde ve muhtelif bölgelerde bu kurumlara "ribat", "tekke", "zaviye", "dergâh" ve "âsi-tâne" gibi değişik isimler verildi. Tasavvuf ,Tarikat ve Tekkelerin toplumda işlevleri: T.C.Diyanet işleri başkan yardımcısı, Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz tarafından kaleme alınan "Tasavvuf Gerçeği ve Türkiye" başlıklı bir makalede şöyle dile getiriliyor: Fertlerin eğitimi, toplumun manevi hayatının yükseltilmesi, edebiyat-şiir, mûsikî, mimarî ve hüsn-i hat eserleriyle sanat hayatının canlandırılması tasavvufun ilgi alanına giren konulardandı. Türk edebiyatının ölümsüz şâirleri hep tarikat, tekke ve tasavvuf muhitlerinde yetişmiş insanlardı. Hatta, tasavvuf yok farz edilecek olsa; Türk edebiyatında ne divan şiiri ne de halk edebiyatı kalır. Daha doğrusu Türk edebiyatı diye bir şey kalmaz. Çünkü; bizim edebiyatımız, bin yıla yakın bir süredir, tasavvuf ile yoğrulmuş ve onunla bütünleştirilerek ölümsüzleşmiştir. Aynı şeyleri mûsikîmiz/müziğimiz, hat sanatımız ve folklorumuz için de söylemek mümkündür. Türk tarihinde belki çok büyük filozof ve kelâmcı yetişmemiştir ama, çok büyük mutasavvıf ve şairler yetişmiştir. Selçuklu ve Osmanlı geleneğindeki tarikat uygulamasında tekke ve zaviyeler, insanlardan teberru ve hibe toplanılan değil, bilakis hizmet ve yardım sağlayan kuruluşlardı. Padişahlar tarafından temlik edilen araziler üzerinde kurulan tekke ve zaviyeler, hem o bölgelerdeki imar ve yerleşime canlılık kazandırıyor, hem de insanların ilim, irfan sahibi olmasını sağlıyordu. Bu bağlamda tarikat tekkeleri; yoksul insanların korunduğu, iaşe ve ibatelerinin sağlandığı,o bölgede ki anlaşmazlıkların savcıya hakime gitmeden çözüme kavuşturlduğu ya da kavgaya gerek kalmayacak ortamların oluşturulduğu,insanların yetiştirildiği, psiko- sosyal stres ve bunalımlarının giderildiği tedavi merkezleri gibiydi. Tahsis edilen vakıflar sayesinde, tekkelerin topluma sunacağı sosyal hizmetlerle ilgili ihtiyaçları karşılanıyordu.Bu gün de Din ve maneviyat alanında görülecek sapmaların önlenmesi için, Diyanet İşleri Başkanlığı'na her türlü kitle iletişim imkanları sağlanması ve desteklenmesi gerekmektedir. İslâmiyet, mü'minleri sevgi, dostluk ve kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlamıştır. Din kardeşi kıldığı insanları aralarında kaynaştırmış, böylece fertleri birebirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir.(Bunun Müslümanlık tarihinde örnekleri çoktur.Bu kardeşlik,İnananlar arasında daha özel iken inanmayan,hatta kendisiyle savaşmaya gelenlere bile yansımıştır.Bu inanç bağlamında,diğer insanlar yaratıcımız bir olan kardeşlik anlayışına dönüşmüştür.) Tasavvufta Allah sevgisinin ve Allah için sevmenin ne kadar Önemli olduğunu göstermek için, sûfilerin/sofi üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları Peygamberimiz (s.a.s.)'İn şu Hadis-i şerifine dikkatle bakmak yeterlidir. Kutsi hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Anık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum. Benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm." "(1).Tasavvuf sevgidir: Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu içinde yerine getirme halidir.Tasavvufta en geniş manada Tüm insanlar kardeş sayılırken ,özelde Müslümanların kardeşliğinin sağlamlatırılmasına çalışılmıştır.Peygamberimizin bu konuda “Müslümanlar,bir vücudun organları gibidirler biri rahatsız olunca diğerleri de ondan rahatsızlık duyar,o sıkıntıdan kurtuluncaya kadar rahatsız olur”hadisi bu konuda önemli etken olmuştur. Tarikatların bölümleri ve işlevleri: Tekkeler, "tarikat" ismi verilen grup üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ve istişare ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, usûl ve terbiye(eğitim) gördükleri, manen ve ruhen arındıkları, olgunlaşıp kemâle erdikleri kurumlar olmakla beraber; çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin(=İslamın) öğretildiği kurumlarda oldular.(Bütün bilimleri yaratan ve il ayetiyle “İKRA”diyen İslam da :dini ve din dışı ilimler ayrımı yoktur.!) Özellikle kırsal bölgelerde medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir manevî havayı meydana getirmelerini sağladı. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsikî olmak üzere birçok sanatın doğduğu ve geliştiği eğitim ve kültür müesseseleri olarak hizmet verdiler. Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridlcr, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapına gibi işlerde çalışan görevliler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezâret eden yöneticiler, mesafirler ve garipler bulunurdu. Tekkelerin gelişme süreci: a) Fikrî Gelişmeler: İbn Arabî (0.638/1240) kendi-sinden önceki sûfîlerin fikirlerinden de yararlanarak, "vahdet—i vücûd" terimi ile ifade edilen bir görüşü ortaya atlı. "el-Fütûhâtü'1-Mekkiyye" ve "Füsûsii'l-Hıkem" gibi kendi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı… b) Edebî Gelişmeler: Ebü'l-Hayr, Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onları bu yolda Altâr (0.627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/1273) gibi ünlü sûfî şairler izledi. Mevlânâ'nm "Mesnevi" ve "Divân-ı Kebîr" İsimli eserleri ile bu hareket zirveye ulaştı… Büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî Türkistan'da saf Türk dilini kullanarak Türklerin yaşadığı bölgelere "Hikmet" adlı (Divan'ı) beyitleriylc İslâm'ı yaymaya çalıştı. Dil bakımından onu takip eden Yunus Emre "Divan"ı ile Mevlânâ "Mesnevî"si ile, Hacı Bektaş-ı Velî ve Hacı Bayram-ı Velî de tarikat yoluyla Türk dilinin gelişmesine Önemli katkılarda bulundular. Tarikatlarda Kadınlar II-AHİLİK KURUMUNUN ÖZELLİKLERİ “Hak ile Sabır dileyip bize gelen bizdendir, Akıl ve Ahlâk ile çalışıp bizi geçen bizdendir.” AHİLİK: Arapça “kardeşim” demek olan “ahî” kelimesinden, ikincisi ise, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık gibi kaynaklarda geçen ve “eli açık, cömert” anlamlarına gelir. Anadolu halkının ekonomik ve kültürel yaşamında önemli bir boyut oluşturan Ahilik; dürüstlüğün, sevginin, dostluğun, yardımlaşmanın, hoşgörünün, bilginin ve dayanışmanın(İslamın erdeminin ) sanat ile birleşimidir. Bu anlamda Ahiliğin, işçinin, çalışanın, üretenin, namuslu kazancın, namuslu ticaretin ve namuslu yönetimin simgesi olduğunu söyleyebiliriz. Ahiliğin temel ilkelerini şöyle sıralayabiliriz: - -Fiyat ayarlaması yapar.(“Müşteri olduğunda kaça alırsan ona sat”)-sağlam,güzel ,kaliteli malı (İhsanlı)üret.(Papucu dama atılmak deyimi bunun için söylenmiştir.)-Esnafa,sanatkara önce ahlak:görgü kural,yardımlaşma,dürüstlük,işini iyi yapma öğretilir sonra iş başına,tezgaha geçirilirdi.-Kendisi için istediğini esnaf kardeşi için de isterlerdi.(Örnek:Fatih Sultan Mehmet’in görevlendirdiği iki PAPAZ filminde ki esnaf ve davranışları…)Kendi ticaret çıkarını diğer meslektaşlarından üstün tutmayan kişi mutluluğu halka hizmet edip yararlı olmakta arar. - Belli bir süre, bir iş basamağında kalarak olgunlaştırılan yamak-çırak-kalfa-usta hiyerarşisi kurmayı ve bu basamaklarda baba-evlat ilişkisi gibi öğreticiye candan bağlanmak suretiyle sanatı, sağlam ahlaki ve mesleki temellere oturtmayı amaçlar. - Esnaf ve sanatkârlıkta önemli bir sorun olan üretici, tüketici çıkar ilişkilerini, birbirleriyle bir sürtüşmeye düşmeyecek şekilde ayarlar.(Bozuk,defolu Mal satımında İmam Ebu Hanefi’nin müşterisine sattığı kumaşı geri alması,Endonezya nın Müslümanlaşmasında önemli etken olan esnafların davranışları..) - İşe saygı ve çalışkanlık, yardımlaşma ve haksızlığın cezalandırılması da Ahilik kurumunun temel ilkeleri arasındadır. Ahilik geleneğine göre bir Ahinin - Alnı açık olmalı, - Eli açık; cömert, yardımsever olmalı, - Sofrası, kapısı açık olmalı, nesi varsa misafiriyle paylaşmalıdır. Bunların yanında bir Ahi; - Dilini yalandan, gıybetten, iftiradan bağlamalı, - Gözünü ayıp aramaktan, elini haramdan bağlamalı, - Belini bağlamalı, kimsenin namusuna göz dikmemelidir. İSLAM DÜŞÜNCESİNDE FARKLI ANLAYIŞLARIN BULUNMASI KONUSUNDA DEĞERLENDİRME: . Müslümanlık tarihinde(İSLAM TARİHİNDE DEĞİL) ortaya çıkan bu oluşumlar, bir din farklılığı değil yaklaşım/anlayış farklılığıdır. Bu farklılıklar, bütünüyle insani oluşumlardır ve hiçbirisi dinle özdeşleştirilemez. Bunlar İslami kültürde birer zenginlik olarak kabul edilebilir. Kur’an- Kerim bir tane olduğu halde bir çok yorumunun bulunması –Allah’ın onda anlam zenginliği var etmiş olması –İslamın dogmatik,durağan,statik ve eleştirilemezlik,gibi olumsuzluklardan uzaklığını göstermektedir.Ancak bilimler öğrenilirken,Avrupa da bilime ve bilimin önündeki engeller de öğretilmektedir.Bu süreçte Avrupa Hıristiyanlığının bilime ve bilim adamlarına yaptıkları ,bilim adamlarının bunun karşısında Hıristiyan rahiplere ve kilisesine verdiği cevaplar da öğretilmektedir.Dinin ,bilime karşı olduğu,düşünmeye karşı olduğu,eleştirilemez olduğu,dogmatik olduğu gibi düşünceler aslında Avrupa hrsitiyanlığına karşı doğmuştur.İşte hristiyanlık asli özelliğinden uzaklaştığı için İslam gelmiştir.Dolayısıyla bilim adamlarının eleştirdiği dinin :bozulan unutulan ya da insan elinde insanileşen dine karşı Allah İslamı göndermiştir.O halde bilim adamlarının bu dini eleştirdikleri noktaların daha fazlasını İslam da yapmaktadır. Yani dogmatiklik,bilime karşı olma,bilim adamlarına baskı kurma,bilimsel gerçeklere karşı olma gibi olaylar , İslam için değil ;Muharref Hristiyanlık ve Yahudilik için geçerlidir. . İslamı yanlış anlamanın diğer bir belirtisi :Kur’an-ı Kerimde ya da peygamberin sünnetinde eleştirilecek yer ,yön bulamayanların yaptığıdır.Bu tür düşünceye sahip olanlar İslamı ve Kur’an-ı açık,eksik aramak,eleştirmek için öğrenmeye çalışırlar.Dine karşı öne sürülen öncülleri hep insanların yanlışlarıyla ilgilidir.Bu yanlışı yapan insanlara,doğruyu göstermeleri söylendiğinde bir şey yapmadıkları ve hep insanların yanlışlarının öne sürüldüğü görülür.Unutulmamalıdır ki:Kur’an ve peygamber harici kimse din ile =lenemez. Bu yüzden farklı din anlayışları hak-batıl, doğru-yanlış, sapık-bidat ve benzeri sınıflandırmalara tabi tutmak yerine, insan doğasından kaynaklanan ve toplumsal yapıyla kurumlaşan farklı bilgi sistemleri veya zihniyetler olarak algılamak daha doğrudur. Hiçbir din anlayışı, mutlak doğru veya mutlak yanlış değildir. Doğru olan fikirleri olabileceği gibi yanlış olanları da vardır.. Hiçbir oluşumu, mezhebi, diğerinin tamamen zıddı olarak görmemek gerekir. İslâm düşüncesinde ortaya çıkan farklı anlayışlar arasında, birbiriyle karşıtlık ilişkisi söz konusu değildir. Çünkü onların tamamı, farklı farklı anlayışlar benimsemekle beraber, tek bir Allah'a, Peygamber olarak Hz. Muhammed'e, kitap olarak Kuran’a ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktadırlar.. İnsanlık tarihinde Bu zenginlikten dolayı beyin fırtınaları ve bilimsel tartışmalar yapılmıştır.Bütün farklı anlayışlar, varlıklarını dine borçludur. İslâm kimliği her kesim için mezhepler üstü birleştirici bir kimlik olmaya devam etmelidir.. İslâmî bütün mezhepler, Kur'an ve Sünnete dayanır. Farklılık, yorumdan kaynaklanmaktadır.Bu farklı yorumlar:Ayrılıklar olarak değil zenginliktirler.. Hoşgörü medeniyeti olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğunda yüzyıllar boyunca, birçok kültür, din ve ırktan insan dostluk ve huzur içinde yaşamışlardır. Bu hoşgörü zihniyeti aslında İslam dininin özünde mevcuttur. İslam dininin koyduğu evrensel prensipler ve temel inanç esasları etrafında birleşerek bu hoşgörü ve birlikte yaşama zihniyetini yeniden oluşturmalı ve yaşama geçirmeliyiz. TASAVVUFUN GAYESİ/AMACLARI NELERDİR ,SIRALAYINIZ? A-İNSANIN DEĞERİNİ KORUMAK:"Allâh'a en güzel ve feyizli bir şekilde kulluk"tur. Yâni Hakk'ın rızâsını kâmil(tam) mânâda kazanabilmek için mânevî hastalıklardan kurtularak Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkından nasîb almaktır. Beşer(insanlık) târihinin defâlarca sergilediği bir hakîkattir ki insan, aslî cevheri itibâriyle "ahsen-i takvîm" (varlıkların en şereflisi,en güzel tasarımı) yüceliğinde iken, yaradılış gâyesine yabancılaşıp istikâmetten ayrıldığında " yâni esfel-i safilin "hayvandan daha aşağı" sıfatına bile mâruz kalabilecek bir varlıktır. Ondaki şeref ve kıymeti tâyin eden yegâne müessir (etken)îmândır. Îmândan sonra ise ahlâk gelir. Peygamberlerin tezkiye vazîfesi de insanları bu meziyetlerle tezyîn edebilmektir.Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in vârislerinden olan evliyâlar ve onların o feyizli(bereketli)nebevî menbâdan/kaynaktan telakkî/aldıkları ettikleri bâtın (kalb) ilmi de, Rasûlullâh'ın bu vazîfesine verâset ve vekâlet mevkiindedir. Kur'ân-ı Kerîm'de: B- TEZKİYE(İÇ ALEMİ TEMİZLEME): Lügatte temizlenme anlamına gelen tezkiye, ıstılahta, nefsi, kendisine bulaşan kir ve pastan temizleyerek onu nefs-i emmâre mertebesinden nefs-i mutmainne mertebesine çıkarmak, ruhu manevî kirlerden arındırmak gibi anlamlara gelir. Tasavvuf erbabına göre, ruh ile nefs aynı şeyin iki veçhesi/yönü gibidir. Ancak nefs, ruhun masîvâya bulanmış, tene mahkum olmuş hâlidir. Nefs, tezkiye metoduyla arıtılarak aslî hüviyetine döndürülebilirse, yani itminan derecesine ererse, ruh özelliği kazanır. Tasavvufun temel unsuru olan sülük, bir nefis mücadele ve mücahedesidir. Cüneyd-i Bağdadî, "tasavvuf sulhu olmayan bir cenktir" der. Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır: "Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekîl olacaksın?" (el-Furkan, 43) C-İHSANA ULAŞTIRMAK: İyilik etmek,yaptığı her işi ve şeyi,iyi sağlam güzel yapmak,”her zaman ve her yerde Allah beni görüyor ve görülüyorum “bilincine ulaşmaktır. ” اَلاِْحْسَانُ اَنْ تَعْـبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَاِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَاِنَّهُ يَرَاكَ - İhsan, görüyormuşcasına senin, Allah'a ibadet etmendir; sen O'nu görmesen de, O seni görüyordur." Bu ma'nâdaki ihsanın insanlara bakan yanını: " - Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen" beyân-ı nebevisi; bütün yaratıkları içine alan evrensel buudunu da; - Allah, her şeye karşı ihsanı kabul etmiştir: öyle ise sizde her işinizi ve davranışınızı GÖRÜLÜYORUM bilinciyle yapınız." hadisi şerifleri ifade etmektedir. İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. هَلْ جَزَاءُ اْلاِحْسَانِ اِلاَّ اْلاِحْسَانُ - İhsanın mükâfatı da başka değil, yine ihsandır." Hazreti Sadık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: "Biliyormusunuz, Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?" Ashab, "Allah ve Rasûlü bilir" cevabını verince O, sözlerine şöyle devam etmiş ve Cenabı Hakk'ın " هَلْ جَزَاءُ مَنْ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِ اِلاَّ الْـجَـنَّـةُ -Benim kendisine îman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil, cennettir..!" dediğini hikâye buyurmuşlardı. İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalb tepelerini sarınca, İlâhi eltaf(lutuflar) sağnak sağnak boşalmaya başlar.. ve insan kendini " لِلَّذِينَ اَحْسَنُوا الْـحُسْنَى وَ زِيَادَةٌ - İhsan ruhu ile yatıp - kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır" kuşağında bulur ve insan olma mazhariyetini en engin hazlarıyla duyar ve yaşar. ulaşanlar orada Allah'ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah'ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişcesine birleşir, bütünleşir ve sürekli iyilik soluklarlar işte bu duruma ulaşmış kimse için Allah:”Ben onun gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı ,konuşan dili olurum”demiştir. İhsan ile ilgili ayetler: "Onlar ki, iman edip salih amel işlediler; elbette biz ihsan sahiplerinin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30) "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. "(Nahl, 16/90) . D. KİTAP VE HİKMETİ ÖĞRETMEK: Bu merhalede ise uyulması gereken kânunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur'ân-ı Kerîm'in tâlimi/öğretimi gelir. Kur'ân-ı Kerîm'in rûhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye bağlıdır. Kur'ân-ı Kerîm, asıl kalb ile okunup anlaşılır. Kur’an’a gözü ile bakan yazıyı , kalbi(duygularıyla) bakan anlamı ,bilgi/bilim ile bakan yüceliği görür. Kur'ân, kâinât ve insan, esmâ-yı ilâhiyye tecellîleriyle(Allah ‘ın isimlerinin göstergeleriyle) meydana geldiğinden sonsuz bir sırlar(güzemler-bilgi) hazînesidir. Bu sır ve hikmetler de kalbî arınma ve olgunlaşmaya göre idrâkte tecellî/(ortaya çıkar.) eder. "�Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. "Kim temizlenirse", sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihâyet varış Allâh'adır." (Fâtır, 18) Nefs tezkiyesi netîcesinde kalb, "selîm" hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşâhede edilir: 3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler. Tezkiye ve nefisle ilgili bazı âyet ve hadisler: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (arıtıp temizleyen), size kitap ve hikmeti ve size bilmediklerinizi Öğreten bir Resul gönderdik." (Bakara, 2/151) "Ev huzura eren nefs! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön,Cennetime gir." (Fecr, 89/27-28) "Ben nefsimi temize çıkartmak istemiyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabb'imin esirgediği nefis ola. "(Yusuf, 12/53) E-İHLASA ERDİRMEK: Sırf Hakk rızasını gözetmek sadece Allah’ı düşünerek konuşmak, hareket ve ibadet etmek. Ebu Yakub Susi : İnsanlar ihlaslarında ihlas gördükleri zaman ihlasları ihlasa muhtaç olur. Cüneydi Bağdadi :İhlas, Allah Teala (c.c.) ile kul arasında bulunan bir sırdır. Melek bilmez ki (sevabını) yaza, şeytan bilmez ki yaya, heva ve heves bilemez ki saptıra. F-SAĞLAM BİR KALP(GÖNÜL)SAHİBİ OLMAK:Kalbin anlamı ikidir: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında bulunan organ ;ikincisi, Gönül ve yürek olarak da adlandırılır. İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî budu(İnsan da ki meleklik boyutu) ve aynı zamanda şuur, idrak, ihtisas(hassaslaşma), akıl ve irade gücünün de merkezi ruhanî bir lâtifedir (Allah vergisidir.)Allah'a muhatap olan, sorumluluk yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve ilahî marifetin (bilimin Allah’ın eseri olduğu bilinci)mir'ât-ı mücellâsı(aynası ) olan hep bu lâtifedir(yüksek özelliktir.). Kur'ân'da, dinî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufla kalp denilince daha çok bu ikinci anlamdaki kalp kastedilir. "Tasavvufun konusu kalp tasfiyesi”(66) ve temizliğinden ibarettir"."Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur."(Mutaffifîn, 83/14), "Allah, onların kalp ve kulaklarını mühürlemiştir."(Bakara, 2/7) ***Araf suresi, 7/179: "Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir." ***“Kul, bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta oluşur. Tevbe ettiği takdirde cilalanıp silinir. O günahı tekrar işlediği/günaha devam ettiği zaman, o siyah nokta da gittikçe büyür, kalbi kaplar. İşte bu husus, “Hayır (Kur’an eskilerin masallarıdır, diyenlerin sözleri doğru değildir), Bilakis işledikleri günahlar, onların kalplerini paslandırdı.”(Mütaffifin, 83/14) ayetinde geçen paslanmadır.”( bk, İbn Cerir Taberî, ilgili ayetin tefsiri). G-HUŞUYA ULAŞTIRMAK : Yaptığı işe ve ibadete fiziki ve ruhsal olarak konsantre olma halidir. Kur’an-ı Kerim de “1. Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir;2. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.(Mü’minun suresi 1,2.ayetler).Kişinin içinde huşu olursa,davranışlarında da bunun görüntüleri ortaya çıkar. Huşu' boyun eğmek, itaat ve inkiyad (boyun)etmek, mütevazı ve alçak gönüllü olmak, kendini beğenmemek, gözleri kapamak, sesi alçaltmak, gibi anlamlara gelir. Huşu' özellikle ses, bakış ve organlarda tecelli eder."(55) Huşu' Hakkin heybetini gönülde hissetmektir. "Felaha(dünya ve ahrette ruhsal ve fiziksel,sosyal olarak kurtuluşa ) ulaştı o mû'minler ki, onlar namazlarında huşu' içindedirler." (Mü'minûn, 23/1-2) "Rableri katında onların mükafatı altlarında ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Bu (mükafat) Rabb'ine karşı huşu' içinde olanlara mahsustur. "(Beyyine, 98/8)- "Kulları içinde ancak âlimler Allah'tan (gereğince) korkar, (haşyet duyar)" (Fatır, 35/28) "Şayet kişinin kalbinde huşu' olsa, organlarında huşu'un eseri bulunur.(59) H-ZİKRİN HAZZINI HAYATIN HER YERİNDE YAŞATMAK:”. Zikir:hayatın her anında Allah kaygısıdır.” Zikrin lügat anlamı, bir şeyi kalb veya dille huzura getirmektir ki, Türkçe'de buna anmak, hatırlamak ve yâd etmek denir. Tasavvuf ıstılahında zikir, Allah'ı anmak, O'nu unutmamak, sürekli hatırda tutmak anlamına geldiği gibi, Allah lafzını veya Allah'ın isimlerinden diğer bir ismi ya da kelime-i tevhidi, belli zamanlarda belli sayıda, belli edepler dâhilinde her gün düzenli olarak söylemektir."(74) İç aksiyonun en mükemmel şekli zikirdir. Kur'ân'ın üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri olan zikirdir.Dünya dönerken her varlık senfoni halinde lisani halleriyle Allah’ ı zikrederler. Zikreden İnsan da bu senfoniye katılmaktadır.Zaten insanın O’nu zikretmesinin ,O’nun yüceliğinden bir şey arttırmayacağı malumdur;Yüceliği artacak ve ruhsal dinginliğe kavuşacak, rahmetin kaynağıyla iletişime geçecek ve O’nun bireysel ve sosyal olarak yüceltici disiplininden pay alacaktır. Aksi halde İnsan bu evrensel zikre katılmasa da Allah zikrediliyor ve insanın zikri olmaksızın bu zikr her zaman devam ediyor… Ancak bütün insanlar, gereğine uygun gerçek bir zikri icra etmekten âcizdirler. Çünkü zikir, seçkin ruh ve şahsiyetler ve ciddi gayretler isteyen bir iç faaliyettir.(75) Gerçek zikr, zikir esnasında mezkûr (yani zikredilen Allah)den başkasını unutmaktır. Nitekim "Unuttuğun zaman Rabb'ini zikret" (Kehf, 18/24) buyurulmuştur. Zikir denilince, tarikat mensuplarının, Allah'ın bir veya birkaç ismini tekrarlayıp O'nu münferit veya topluca anmaları akla gelir. Ancak, sistemli şekli bu olmakla birlikte zikir, bundan ibaret değildir. ***Namaz mükemmel bir zikir olduğu gibi, Allah'ın bize verdiği sayısız nimetleri düşünmek de zikirdir. Mü’minin yaptığı her işte, Allah'ın rızasının olup olmadığını düşünmesi de zikirdir. Her varlığın yaratılış ve faaliyetinde, Allah'ın ulûhiyet(tasarımcılığının) damgasını görmek, zikirden başka bir şeyle ifade edilemez kanaatindeyiz. Zikirle ilgili bazı âyet ve hadisler:"İçinden yalvararak ve korkarak, aşikâre olmayan hafif bir sesle Rabb'ini an da, gafillerden olma" (Araf, 7/205) "Unuttuğunda hemen Rabb'ini an"(Kehf, 18/24) "Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır" (Tâhâ, 20/124) "Bir topluluk oturup Allah'ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar.”(80)"Yeryüzünde Allah Allah denildikçe kıyamet kopmayacaktır.”(81) İ –DÜNYAYA BAKIŞ:İnsanlığın var olduğundan beridir kavgaların en temel ve genel sebebi çıkar kavgası olmuştur.Bundan dolayı insanlar yeryüzünde hep kan dökmüş ve zulmetmiş-ediyor.İşte bu nokta da tasavvuf,İnsanın kalbine Allah sevgisini yerleştirerek ,mal ve servetin sevgisini Allah’ın gireceği yer olan gönle konulmamasını sağlamaktır. İşte bu sistemde dünya mücadele alanı,büyük balık küçük balığı yer anlayışından ziyade dünya yardımlaşarak Allah’ın rızasını kazanma alanı ve Allah’ın rızasının kullara hizmet etmekten geçtiğine inanılan bir yerdir.Çünkü peygamber s.a.v”Hikmetin(malın,bilginin )başı Allah korkusudur”buyurmuştur.Bunu atalarımız:”Kork!Allahtan korkmayandan “şeklinde ifade etmişlerdir. Bir kudsi hadiste:”Allah dünya ya şöyle buyurmuştur,benim peşimden koşanın peşinden koş;senin peşinden koşanı koştur. Bilin ki, dünya bayatı oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitkiler çiftçilerin hoşuna gider, sonra kuruyuverir, bakarsın sararıp solmuş, un ufak olmuş, dağılıp gitmiştir... Dünya bayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadid, 57/24) “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara(arabalara), hayvanlara ve ekinlere(ürünlere) duyulan tutkulu şehvet(istek) insanlara ’süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır(geçici süsüdür). Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14) İnsan bir yönüyle madde, bir yönüyle de mânâ alemiyle ilgilidir; ikisine ait unsurlar taşımaktadır. Yani insanda zıtların birleşmesi söz konusudur. Ve dünya hayatı, bu iki zıt unsurun savaş, mücadele ve mücahede meydanı hükmündedir. Ciddi gayretler gösterilmez ve uyanık davranılmazsa, maddenin manaya galip gelmesi kaçınılmazdır. Yüce Allah, "Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51/56.) (Beni ilim –bilim yoluyla tanısınlar,Evrende koyduğum gizemleri çözsünler ve evreni güzelleştirerek bunlarla insanlara faydalı olsunlar için yarattım.)ifadesiyle bu gerçeğe işaret etmekledir, Dünya, imtihana, konu olma görev ve özelliği gereği, tatlı, süslü ve çekici kılınmıştır. Ancak âyet ve hadislerde, bu özelliğe dikkat çekilerek, insanların uyarıldığı görülmektedir. Kur'ân'ı en iyi anlayan Hz. Peygamber, dünyaya karşı zahid davranmış ve dünyayı, bir yolcunun varmak istediği yere doğru yol alırken, gölgesinde kısa bir süre dinlendiği bir ağaca benzetmiştir."(82) Ashabın hayatı da, O'nun önderliğinde bu anlayışla düzenlenmişti. Zamanla, bazı çevrelerin tenkitlerine neden olabilecek aşırılıklar, dünyadan el-etek çekmeler istisna edilirse, tasavvuftaki dünya anlayışı ve ona verilen değer, Kur'ân ve sünnetin ruhuna uygunluk arz etmektedir, denebilir. Tasavvuf ehlinin, dünya anlayışlarına dayanak olan bazı âyet ve hadisler: ""Ey inanalar, mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın."(Münafıktın, 63/9) "Dünyada zahid ol ki, Allah seni sevsin, insanların elindekine karşı zahidâne davran ki, onlar da seni sevsin.(84) "Ahirete göre dünyanın değeri, parmağı denize daldırınca üzerinde kalacak deniz suyunun miktarı gibidir.”(86) Bâtın İlmini Elde Etme Metodu:Tasavvufi bilgiler, amel ve ibadete dayanan ve dince emredilen şeylerin uygulanması neticesinde ortaya çıkan tecrûbî bilgilerdir. Nazarî (teorik)değil, amelî ve tatbikî bir karaktere sahiptirler, tatmayan bilmez sözünün anlamı da bu olmalıdır.(88) kalp safiyeti, Allah aşkı yoluyla edinilirler. Tasavvufi bilgi sadece medrese usûlü (okulda)kitaplar vasıtasıyla öğrenilmez dedik. Çünkü onlar, içe dönük düşünme ve murakabeye(otokontrole) yol açan kuvvetli birer itici faktörden başka bir şey değillerdir. Zahid Kevserî, bu konuya değinirken şunları söyler; "Olgunluklar ya ilmî ya da amelî olur. Bu ilim, dünya sevgisi ile bir arada elde edilememesinden ötürü de diğerlerinden farklıdır. Diğer ilimlerin tümü dünyaya bağlılığa rağmen elde edilebilirler. Hatta çokları için dünyalık kazanma bu ilimlerin tahsili için itici güç olmaktadır. Tasavvuf ehlinin ilmi ise, nefsin ramına, dünyanın aldatıcı güzelliklerinden kaçıp takva medresesinde okumakla elde edilir. Nitekim Yüce Allah, "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor" (Bakara, 2/286) buyurmaktadır."(91) S-1-Sufi,Mutasavvıf,Tekke,Tarikat,Şeyh,Mürit,Mürşit,(ktp syfa 96) Kavramlarını tanımlayınız? Tarikat:Yol, anlamına gelir.Tanım.Tasavvufi düşüncenin öğretildiği ve uygulandığı yere tarikat denir.Bu kurumda eğitim yapan ya da yöneticilik yapan kimseye, ŞEYH veya Mürşit denir.Şeyhe uyanlara mürit ,sofi denir.Kültürümüzün önemli parçası haline gelmiş Dünya çapında tanınan,Mevlanalar,yunus Emreler,Hacı bektaş-ı Veliler,Hacı Bayram-ı Veliler vs hep Tasavvufun öğretildiği kurumlar olan Tarikatlardan yetişmiştir. S-2-Tasavvufun ilkeleri nelerdir? 1-TÖVBE :İşlenen günahtan tövbe etmek,pişmanlık duyup bir daha yapmamak,bir daha günah işlememeye çalışmaktır. 2-Her türlü dedikodu ve günah,gıybet, ve boş şeylerden kaçınmak (Züht) 3-Bir işi başarmak için elinden geleni yaptıktan sonra Gerisini Allah a bırakmak(Tevekkül) ADALET VE ZULÜM NEDİR? Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet bir nimeti yerine koymaktır; her su çeken tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi yerinde kullanmamak, yeri olmayan yere koymaktır. Mevlânâ 4-Çalışıp gayret ettikten sonra ele geçene razı olmak(Kanaat) ŞÜKÜR NEYMİŞ? Cüneyd-i Bağdâdî çocukken biri ona sorar: “Şükür hakkında ne biliyorsun?” Küçük Cüneyd der ki: “Şükür odur ki, Allah’ın sana verdiği nimetlerle, günah ve kötülük yolunda kuvvet kazanmayasın!..” 5-Yaşamını sürdürmek için çalışmak,insanlara yararlı olmaya çalışmak,İşi bitince yararsız şeylerin peşinden gitmek yerine evine,eşine dönmek,Onlara faydalı olmaya çalışmak,ibadetle meşgul olmak,bazen halk içinde hak ile beraber olmaktır(Uzlet) 6-Her şeyde/zaman Allah ın varlığını hatırlamak ve O nu Anmak(Zikir) 7-Kalbini Allah dışındaki her şeyden temizlemek(Tezkiye) “içini temizleyen kurtulur”(Ayet) 8-Tedbirini aldığı halde,başına gelen ve giderilmesine imkan olmayan haller karşısında sabretmek(Sabır) 9-Nefsini daima kontrol altında tutmak,devamlı surette Allah ın denetimi ve gözetimi altında olduğunu düşünerek(Görülüyorum)düşüncesiyle hareketlerine yön vermek (Murakebe) 10-“Allah tan gelen her şey de bir hayır vardır”düşüncesiyle O ndan gelenlere razı olmak(Rıza) 11-Bütün duygu ve düşüncesiyle Allah a yönelmek(Teveccüh) 11-Bütün duygu ve düşüncesiyle Allah a yönelmek(Teveccüh) S-3- .Tasavvufî Düşüncede Allah-Varlık İlişkisi Tasavvufi anlayışta tevhit esastır. Sufiler âlemi ve varlıkları genel anlamda ikiye ayırırlar. 1- Allah ve Gayrısı( Masiva:Allah dışındaki herşey). Bu tasavvufta, . ”Masivaya Meyli kes Allah bes, baki heves “ . . “Evrende Allah ve efalinden başka bir şey yoktur”(Filozof İmam Gazzali)şeklinde özetlenmiştir. Tevhit yani Allah’ın yegâne birliği düşüncesi tasavvufi anlayışta Vahdet-i vücut olarak şekillenmiştir. Vahdeti vücut’u şöyle açıklamaktadırlar: “Gerçek varlık birdir. O da hakkın varlığıdır. Ondan başka hakiki varlık mevcut değildir. Diğer varlıkların var olması onun var oluşuna nispetle yok hükmündedir. Çünkü diğer varlıkların var oluşları geçicidir ve Allah ın varlığına bağlıdır.Bu Aynen Tv ye elektrik geldiğinde görünen;elektrik gittiğinde kaybolan görüntü gibidir veya Bu, eşyanın varlığı ile gölgenin varlığı gibidir. Nasıl ki eşya var olmadan gölge var olamaz, alemdeki tüm varlıklarda Allah var olmadan var olamaz.” Vahdeti vücut anlayışındaki “birlik”, bilgi ve düşüncededir.Yani elbette alemde tanrı dışında da varlıklar vardır. Fakat düşünce de her şey Allah ile birdir, birliktedir yani birlikte olmalıdır. Bu nedenle sufiler zikre ve daima Allah’ın adını anmaya çok önem verirler. “Halk içinde hak ile olmak” sufilerin önemli amaçlarındandır. Sufilere göre insan kendi varlığını bilirse Rabbi’ni de öğrenmiş olur bu yüzden;Men arafe nefsehu arefa rabbehu(Kendini bilen(pskolojik,sosyal,biyolojik,fiziksel…), Rabbini bilir.” Demişlerdir. Bu sözden kasıt şöyledir; Allah aleme sıfatlarıyla tecelli etmiştir. Âlemi bir sanat eseri olarak yaratmıştır. Evrendeki her güzellik Allah’ ın bir isminin cilvelenmesidir.Elbette her sanat eseri sanatçısını çağrıştırır ve ona özgü olur. İşte âlemde de, biz insanlarda da Allah’ın sıfatlarından izler bulunmaktadır. Bu yüzden bir ayeti kerimede Allah “Ben insana ruhumdan üfledim.” Buyurmaktadır. Tasavvufi anlayışta bu durum Vahdet-i Şühud olarak kavramlaşmıştır. Sufiler vahdet-i Şühud’u:Çoklukta,Bir’i görmek demektir. Bu alemde gerçek varlık olarak Allah’ı görmektir. Çokça ibadet etmek ve ilahi aşkla dolmak kişinin Allah’tan başka bir şey düşünememesi ve Allah’ın tecellilerinden başka bir şey görememesine vesile olur. Yani her duyduğu şey, her düşündüğü şey, her gördüğü şey, ona Allah’ı hatırlatır, çağrıştırır. Örneğin güneşe baktığında “Allah ne güzel yaratmış.” “Allah’ım sana şükürler olsun, bize güneş vasıtasıyla ışık ve ısı yolladığın için.” Gibi düşünceler aklına gelir.Evrene ve varlığa iyimser yönden bakar. S-4-) Tasavufî Hayatta Görülen Sapmalar ve Diğer Gelişmeler: Tasavvuf, beden ile ruhu, zahir İle bâtını, lafız ile manâyı ayırır. Ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir. Ancak; birincileri de asla ihmal ve inkar etmez! Söz konusu ihtilafın diğer sebepleri, tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlardır. Diğer dinlerin, mezheplerinden, mistik akımlarından, felsefelerinden ve dinî geleneklerinden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşinâ olan zümreler ve fertler, İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefi kanaatleri tasavvufa taşımışlardır. Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz. 2. Riyadan kurtulmak ve ihlas halini gerçekleştirmek için dînî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı: Allah'tan başkasına değer vermemeli, ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasaklan konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve laubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmiler'de ve Kalenden ler'de bu hal görülür. Tarikata Girmek Zorunlu mudur? Kaynaklar: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/DIYANET/agu99/gundem1.htm Bu haber 4628 defa okunmuştur.
|
GALERİSİTE İSTATİSTİKLERİ
|
|||||||||||||||||||||
Altyapı: MyDesign Haber Sistemi |